‘10 Nisan
Dün gece İsa-Mesih’i göreceğimi ümit ediyordum rüyamda. Onun yerine Erkan’ı gördüm…’
Ercan kulağındaki müziğin de payıyla, öyle yüksek sesle güldü ki avluda yerde volta atan, yerlerdeki ekmek kırıntılarını kimse üzerlerine basmasın diye temizleyen güvercinler, korkudan değil, adetten üç beş kanat boyu yukarı uçup dört beş boyun mesafeye tekrar kondular. O sırada, üstü başka çiçekli, altı başka çiçekli kıyafetiyle yoldan geçen yaşlı pazarcı kadın, bir yandan, “Tövbe tövbe,” dese de bir yandan da Ercan’ı gülmelerde tek başına bırakmadı.
Ercan ne kadar gürbüzse o kadar zayıf olan Erkan, ayağında havalar buz kesmedikçe çıkarmadığı çakma Adidas terlikleri, üzerinde eskimiş kottan kesilmiş şortu, onun üzerinde ‘pazarium’dan alınmış Fenerbahçe forması, sürekli güneş altında çalışmaktan, çalışmadığı zamanlarda yüzmeye gitmekten, yüzmediği zamanlar olta sallamaktan yanık, karaya çalmış yüzünde ne uzayan ne kısalan sakalı, fıldır fıldır odun rengi (kahveyle arası yoktu, çay severdi Erkan) gözleri, uyurken bile jöleli kestane saçlarıyla gelip kitabın arasına oturdu.
Hamdi’ye sorsalar, “Ercan’ın yanına oturdu,” derdi.
“Çay verem mi Erkan?” diye sordu Hamdi Abisi.
“Ver tabi, vermediğin kabahat,” dedi Erkan.
Bu sırada Ercan kulaklıklarını çıkarttı.
“Erkan, bugün ayın kaçı?”
“Ne bileyim, Efe, perşembe, onu bilirim ben bir tek,” dedi. “Pazara daha üç gün var.” Sonra da, “Hamdi Abi!” diye bağırdı. “Bugün ayın kaçı?”
“Perşembe,” diye dalgasını geçti önce Hamdi. Sonra da “On nisan,” dedi.
“On nisan,” diye tekrarladı Erkan.
“On nisan, vay be,” dedi Ercan. “DünyabeklenmediğihaldegelenErkanlargünü ilan ediyorum on nisanı o zaman,” diye de devam etti.
Erkan, “Hamdi Abi, soğuk ayran var mı?” diye bağırdı. “Bizimkinin devreler yine yandı.”
Hamdi, ciddiye alıp iki bardak buz gibi ayranla geldi.
“Benden bunlar,” diyerek bırakıp gitti.
İki arkadaş, sakin, birbirlerini duyacak bir sesle konuşmaya başladılar.
“Sen onu bunu bırak, Yörük Yosması oynamayı öğrendin mi? Bak sözün var, düğünümde oynıycan.”
“Gelmiycem, Efe, ben senin düğününe.”
“Ne deyipdurun sen, ne demek gelmiycem.”
“Gelmiycem demek, gelmiycem demek.”
Sesleri bir kerte yükseldi.
“Ercan, ağzını burnu kırarım, alçıyla, tekerlekli sandalyeyle o düğüne getirir, öyle de zil takar oynatırım seni. Nikah şahidim bile olucan.”
“Sen niye evleniyon durup dururken?”
“Ne diyon, Efe? Delirdin iyice.”
“Sen delirdin, Efe.”
“Eee, napacan, turşu mu kurucan benden?”
“Kurulur aslında, hıyarın tekisin.”
“Neden hıyarmışım? Onu da de o vakit.”
“Sen bu kızı, seviyon mu da evleniyon?”
“Ne bileyim ben sevip sevmediğimi, üç kere gördüm daha, seviyom diyemem.”
“Eee, sevmediğin kızla, ne diye evlenipdurun?”
Seslerini bir kerte daha yükselttiler, sakinliklerini kaybetmeye başladılar.
“Eee, sevmeden evlenilmez mi?”
“Evlenilir mi?”
“Ne bileyim ben. Biz biliyozda mı evleniyoz sanki. Evlencen, vakti geldi dediler, evleniyoz işte.”
“Kim dedi?”
“Sanki bilmiyomuş gibi, babamgil, anamgil.”
“Yazık değil mi kıza?”
“Niye yazık olsun, nereden bulcek benim gibi adamı?”
Ercan kendine çok kızdı. Konuşurken dikkat ederdi. Yomlu yumlu konuşmamaya. Ederdi de, bazen kayardı yine dili toprağına. Sevinince, üzülünce, heyecanlanınca, sinirlenince. O zaman da kızardı kendine. Son söylediklerinden sonra, dilini bile kıpırdatmadan kıpkızıl tombul yüzüyle, öfkeyle baktı Erkan’ın sıfatına.
Okurdu, okudukça düşünürdü, düşündükçe anlar, anladıkça uygulardı Ercan. Erkeklerin dünyasıydı bu dünya. Kitaplar, filmler, kahramanlıklar, devrimler, şarkılar, dinler, cennet, cehennem erkeklerindi. Kadın doğursun, doyursun, domalsın gitsindi. Hem, bu zavallı, şu sıfatına ne desin bilemediği Erkan’ı üç kere görüp evlenecek kız, nereden bulcekti Erkan’dan iyisini.
Sessizleştiler bir süre. Sonra tekrar birbirlerini duyacak kadar alçak bir sesle, biraz da ettiği lafa pişman başladı konuşmaya Erkan.
“Ercan Efe, ben nasıl vazgeçeyim bu saatten sonra. Rezil mi edeyim ele güne kızcağızı, annemi, babamı, kendimi?”
“Yok, sen git, kendine, kıza hayatı rezil et. Erkan, kardeşimsin sen benim, hiç düşündün mü, ya kızın bir sevdiği varsa, bütün bir ömrü onu düşünüp yaşarsa yanında?”
Erkan durgunlaştı, sessizleşti, üzüldü.
Ercan, “Anca kıskançlık aklını başına getirdi,” diye bilgiç bilgiç söylendi içinden.
“Kızı bilmem, Ercan, ben öyle yaşayacağım. Ben başkasını seviyom. Seviyom da ne ona ne de başkasına diyebiliyom.”
“İyi halt ediyon.”
“Nasıl olcak, bekara kız boşamak kolay. Güzel konuşupdurun da, bir el nasıl olacak onu demiyon. Kamyonla rakı aldım düğün var diye, onlar ne olacak onu demiyon.”
Ercan, sesini tekrar yükselterek, “Satarız, Efe, o rakıları, buluruz bir yolunu. Bi deyiver, sen kimi seviyon?”
Tesadüf Büfe’nin kurucusu, sahibi, bulaşıkçısı, çaycısı, sadece tost pişirebilen mutfak şefi Hamdi, önce uzaktan uzaktan, iyi duyamayınca da usul usul hayalet gibi yanaşıp yakından yakından tüm konuştuklarını gizli gizli dinledi. Zaten Ercan’la Erkan’ın etraflarını gördükleri yoktu. Öyle kaptırmıştılar kendilerini. Sırtlarından, ağacın gövdesinin ardından gelen sesle irkildiler.
“Benim kızı seviyo dangalak, bizim kız bu salak yüzük taktığından beri yemeden içmeden kesildi. Annesine anlatmış.”
Erkan’ın yüzü değişti. Kızardı, bozardı, aydınlandı, karardı. Odun rengi gözleri güldü, bir yandan da yaşardıkları için gözünün çatısında gökkuşağı çıktı. Sonra da ayağa kalktı. Gidip, tüm heybetiyle, -heybet Erkan için biraz fazla oldu- daha doğrusu, gidip, Hamdi Abi’sin karşısına dikildi.
Bağırdı.
“Ne alakası var?”
Hamdi, sakinliğini hiç bozmadı bozmasına da, ağzını fena bozdu.
“Sıfatına sıçayım, korkak tavuk. Hadi defol git, gelir bizim kızın düğününde Yörük Yosması oynarsın.”
Ercan olanı biteni seyrediyor, bir yandan da içinden, “Tamam bu iş, Adalı’ya anlatırız, o çözer valla,” diyordu.
Keyfi yerine gelince, “Ben de oynarım, Hamdi Abi,” dedi.
Erkan sinirden titreyerek bağırdı.
“Ercannn! Rakı içelim mi?”
Ercan, tüm sakinliğiyle fakat onun gibi bağırarak cevap verdi.
“İçelim!!!”
Kalkarlarken de Erkan’a belli etmeden büfeciye göz kırptı, Hamdi Abisi de ona. Büfenin bir sokak yukarısı, ciğercinin bir sokak altı meyhanelerden birine oturdular.
“Sen ne zaman gidecen?”
Ercan şaşırdı. “Nereye?” diye sordu.
“Ne bileyim, başka bi alemde yaşayıpdurun sen. Buralarda çok durmazsın.”
Erkan bunları söylerken masaya garson geldi, rakı geldi, su geldi, peynir geldi buz gelmedi. Rakıları hazırlayan Ercan, garsona seslendi.
“Abi, buna buz lazım.”
Sonra Erkan’a döndü. Rakı içince de dili toprağına dolaşıyordu.
“Nereye gidiyon be, gideceğime Adalı’yı çekip vurayım daha iyi. Dükkan da dükkan. Kaç nesildir bizdeymiş, çok büyük felaket atlatmışız. Ona bir şey olursa, orası kapanamazmış. Ben her gün dükkana gitmeyip, Hamdi Abinin orada kitap okuyabilmek için kaç takla atıyom, biliyon mu sen?
Erkan Efe, sakın babama söyleme, ben ciğer bile sevmiyom. Sırf üzülmesin diye, her dükkana gittiğimde yiyom, o ayrı. Salak, unutkan, beceriksiz biri oldum gözünde. Çok uğraştım bunun için ama başardım. Şimdi bekliyom, bundan bi cacık olmaz desin, başkasını bulsun dükkanı yaşatacak. Dükkan ulan bu, dükkan. Benden kıymetli onun için. Satacak ciğer bulamasın, beni keser, şişe dizer.”
“Yok deve! Konuş oğlum, Adalı’dan anlayışlı baba mı bulacan, Ercan Efe.”
“Elaleme o anlayış Efe. Konuşsam ne fayda.”
Nihayet buz da gelince, tokuşturdular kadehleri. İçtiler, konuştular, şarkı söylediler, ağladılar, güldüler. Cila niyetine biralarını da içip, sallana salına ayrılacakları köşeye doğru yürüdüler. Oraya varınca durdular. Erkan, ayak tabanları sabit, kalan yerleri topaç, işaret parmağıyla bekletti Ercan’ı. Gülmeye çalışarak, kusmaktan korktuğu için tam da gülemeyerek sordu.
“Sen kimi seviyon?”
“Bu aralar, Günseli’yi.”
“Selam söyle, Günseli Yengemize,” diyerek, yürüdüğü dar sokakta bir o duvara, bir diğer duvara çarpa çarpa gitti Erkan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder