Buzdan Top - Silinenler 2 / Tesadüf Büfe





‘10 Nisan

Dün gece İsa-Mesih’i göreceğimi ümit ediyordum rüyamda. Onun yerine Erkan’ı gördüm…’

Ercan kulağındaki müziğin de payıyla, öyle yüksek sesle güldü ki avluda yerde volta atan, yerlerdeki ekmek kırıntılarını kimse üzerlerine basmasın diye temizleyen güvercinler, korkudan değil, adetten üç beş kanat boyu yukarı uçup dört beş boyun mesafeye tekrar kondular.  O sırada, üstü başka çiçekli, altı başka çiçekli kıyafetiyle yoldan geçen yaşlı pazarcı kadın, bir yandan, “Tövbe tövbe,” dese de bir yandan da Ercan’ı gülmelerde tek başına bırakmadı. 
Ercan ne kadar gürbüzse o kadar zayıf olan Erkan, ayağında havalar buz kesmedikçe çıkarmadığı çakma Adidas terlikleri, üzerinde eskimiş kottan kesilmiş şortu, onun üzerinde ‘pazarium’dan alınmış Fenerbahçe forması, sürekli güneş altında çalışmaktan, çalışmadığı zamanlarda yüzmeye gitmekten, yüzmediği zamanlar olta sallamaktan yanık, karaya çalmış yüzünde ne uzayan ne kısalan sakalı, fıldır fıldır odun rengi (kahveyle arası yoktu, çay severdi Erkan) gözleri, uyurken bile jöleli kestane saçlarıyla gelip kitabın arasına oturdu. 
Hamdi’ye sorsalar, “Ercan’ın yanına oturdu,” derdi.
“Çay verem mi Erkan?” diye sordu Hamdi Abisi.
“Ver tabi, vermediğin kabahat,” dedi Erkan.
Bu sırada Ercan kulaklıklarını çıkarttı. 
“Erkan, bugün ayın kaçı?”
“Ne bileyim, Efe, perşembe, onu bilirim ben bir tek,” dedi. “Pazara daha üç gün var.” Sonra da, “Hamdi Abi!” diye bağırdı. “Bugün ayın kaçı?”  
“Perşembe,” diye dalgasını geçti önce Hamdi. Sonra da “On nisan,” dedi.
“On nisan,” diye tekrarladı Erkan.
“On nisan, vay be,” dedi Ercan. “DünyabeklenmediğihaldegelenErkanlargünü ilan ediyorum on nisanı o zaman,” diye de devam etti.
Erkan, “Hamdi Abi, soğuk ayran var mı?” diye bağırdı. “Bizimkinin devreler yine yandı.” 
Hamdi, ciddiye alıp iki bardak buz gibi ayranla geldi. 
“Benden bunlar,” diyerek bırakıp gitti. 
İki arkadaş, sakin, birbirlerini duyacak bir sesle konuşmaya başladılar.
“Sen onu bunu bırak, Yörük Yosması oynamayı öğrendin mi? Bak sözün var, düğünümde oynıycan.”
“Gelmiycem, Efe, ben senin düğününe.”
“Ne deyipdurun sen, ne demek gelmiycem.”
“Gelmiycem demek, gelmiycem demek.”
Sesleri bir kerte yükseldi.
“Ercan, ağzını burnu kırarım, alçıyla, tekerlekli sandalyeyle o düğüne getirir, öyle de zil takar oynatırım seni. Nikah şahidim bile olucan.”
“Sen niye evleniyon durup dururken?”
“Ne diyon, Efe? Delirdin iyice.”
“Sen delirdin, Efe.”
“Eee, napacan, turşu mu kurucan benden?”
“Kurulur aslında, hıyarın tekisin.”
“Neden hıyarmışım? Onu da de o vakit.”
“Sen bu kızı, seviyon mu da evleniyon?”
“Ne bileyim ben sevip sevmediğimi, üç kere gördüm daha, seviyom diyemem.”
“Eee, sevmediğin kızla, ne diye evlenipdurun?”
Seslerini bir kerte daha yükselttiler, sakinliklerini kaybetmeye başladılar.
“Eee, sevmeden evlenilmez mi?”
“Evlenilir mi?”
“Ne bileyim ben. Biz biliyozda mı evleniyoz sanki. Evlencen, vakti geldi dediler, evleniyoz işte.”
“Kim dedi?”
“Sanki bilmiyomuş gibi, babamgil, anamgil.”
“Yazık değil mi kıza?”
“Niye yazık olsun, nereden bulcek benim gibi adamı?”
Ercan kendine çok kızdı. Konuşurken dikkat ederdi. Yomlu yumlu konuşmamaya. Ederdi de, bazen kayardı yine dili toprağına. Sevinince, üzülünce, heyecanlanınca, sinirlenince. O zaman da kızardı kendine. Son söylediklerinden sonra, dilini bile kıpırdatmadan kıpkızıl tombul yüzüyle, öfkeyle baktı Erkan’ın sıfatına. 
Okurdu, okudukça düşünürdü, düşündükçe anlar, anladıkça uygulardı Ercan. Erkeklerin dünyasıydı bu dünya. Kitaplar, filmler, kahramanlıklar, devrimler, şarkılar, dinler, cennet, cehennem erkeklerindi. Kadın doğursun, doyursun, domalsın gitsindi. Hem, bu zavallı, şu sıfatına ne desin bilemediği Erkan’ı üç kere görüp evlenecek kız, nereden bulcekti Erkan’dan iyisini. 
Sessizleştiler bir süre. Sonra tekrar birbirlerini duyacak kadar alçak bir sesle, biraz da ettiği lafa pişman başladı konuşmaya Erkan.
“Ercan Efe, ben nasıl vazgeçeyim bu saatten sonra. Rezil mi edeyim ele güne kızcağızı, annemi, babamı, kendimi?”
“Yok, sen git, kendine, kıza hayatı rezil et. Erkan, kardeşimsin sen benim, hiç düşündün mü, ya kızın bir sevdiği varsa, bütün bir ömrü onu düşünüp yaşarsa yanında?”
Erkan durgunlaştı, sessizleşti, üzüldü. 
Ercan, “Anca kıskançlık aklını başına getirdi,” diye bilgiç bilgiç söylendi içinden.
“Kızı bilmem, Ercan, ben öyle yaşayacağım. Ben başkasını seviyom. Seviyom da ne ona ne de başkasına diyebiliyom.”
“İyi halt ediyon.” 
“Nasıl olcak, bekara kız boşamak kolay. Güzel konuşupdurun da, bir el nasıl olacak onu demiyon. Kamyonla rakı aldım düğün var diye, onlar ne olacak onu demiyon.”
Ercan, sesini tekrar yükselterek, “Satarız, Efe, o rakıları, buluruz bir yolunu. Bi deyiver, sen kimi seviyon?”
Tesadüf Büfe’nin kurucusu, sahibi, bulaşıkçısı, çaycısı, sadece tost pişirebilen mutfak şefi Hamdi, önce uzaktan uzaktan, iyi duyamayınca da usul usul hayalet gibi yanaşıp yakından yakından tüm konuştuklarını gizli gizli dinledi. Zaten Ercan’la Erkan’ın etraflarını gördükleri yoktu. Öyle kaptırmıştılar kendilerini. Sırtlarından, ağacın gövdesinin ardından gelen sesle irkildiler.
“Benim kızı seviyo dangalak, bizim kız bu salak yüzük taktığından beri yemeden içmeden kesildi. Annesine anlatmış.”
Erkan’ın yüzü değişti. Kızardı, bozardı, aydınlandı, karardı. Odun rengi gözleri güldü, bir yandan da yaşardıkları için gözünün çatısında gökkuşağı çıktı. Sonra da ayağa kalktı. Gidip, tüm heybetiyle, -heybet Erkan için biraz fazla oldu- daha doğrusu, gidip, Hamdi Abi’sin karşısına dikildi. 
Bağırdı.
“Ne alakası var?”
Hamdi, sakinliğini hiç bozmadı bozmasına da, ağzını fena bozdu.
“Sıfatına sıçayım, korkak tavuk. Hadi defol git, gelir bizim kızın düğününde Yörük Yosması oynarsın.” 
Ercan olanı biteni seyrediyor, bir yandan da içinden, “Tamam bu iş, Adalı’ya anlatırız, o çözer valla,” diyordu. 
Keyfi yerine gelince, “Ben de oynarım, Hamdi Abi,” dedi. 
Erkan sinirden titreyerek bağırdı.
“Ercannn! Rakı içelim mi?”
Ercan, tüm sakinliğiyle fakat onun gibi bağırarak cevap verdi.
“İçelim!!!”
Kalkarlarken de Erkan’a belli etmeden büfeciye göz kırptı, Hamdi Abisi de ona. Büfenin bir sokak yukarısı, ciğercinin bir sokak altı meyhanelerden birine oturdular.
“Sen ne zaman gidecen?”
Ercan şaşırdı. “Nereye?” diye sordu.
“Ne bileyim, başka bi alemde yaşayıpdurun sen. Buralarda çok durmazsın.”
Erkan bunları söylerken masaya garson geldi, rakı geldi, su geldi, peynir geldi buz gelmedi. Rakıları hazırlayan Ercan, garsona seslendi.
“Abi, buna buz lazım.”
Sonra Erkan’a döndü. Rakı içince de dili toprağına dolaşıyordu.
“Nereye gidiyon be, gideceğime Adalı’yı çekip vurayım daha iyi. Dükkan da dükkan. Kaç nesildir bizdeymiş, çok büyük felaket atlatmışız. Ona bir şey olursa, orası kapanamazmış. Ben her gün dükkana gitmeyip, Hamdi Abinin orada kitap okuyabilmek için kaç takla atıyom, biliyon mu sen? 
Erkan Efe, sakın babama söyleme, ben ciğer bile sevmiyom. Sırf üzülmesin diye, her dükkana gittiğimde yiyom, o ayrı. Salak, unutkan, beceriksiz biri oldum gözünde. Çok uğraştım bunun için ama başardım. Şimdi bekliyom, bundan bi cacık olmaz desin, başkasını bulsun dükkanı yaşatacak. Dükkan ulan bu, dükkan. Benden kıymetli onun için. Satacak ciğer bulamasın, beni keser, şişe dizer.”
“Yok deve! Konuş oğlum, Adalı’dan anlayışlı baba mı bulacan, Ercan Efe.”
“Elaleme o anlayış Efe. Konuşsam ne fayda.”
Nihayet buz da gelince, tokuşturdular kadehleri. İçtiler, konuştular, şarkı söylediler, ağladılar, güldüler. Cila niyetine biralarını da içip, sallana salına ayrılacakları köşeye doğru yürüdüler. Oraya varınca durdular. Erkan, ayak tabanları sabit, kalan yerleri topaç, işaret parmağıyla bekletti Ercan’ı. Gülmeye çalışarak, kusmaktan korktuğu için tam da gülemeyerek sordu.
“Sen kimi seviyon?”
“Bu aralar, Günseli’yi.”
“Selam söyle, Günseli Yengemize,” diyerek, yürüdüğü dar sokakta bir o duvara, bir diğer duvara çarpa çarpa gitti Erkan. 

Buzdan Top - Silinenler 1 / Peşrev

 


PEŞREV

Ey Okur!

Ölü bir adamın, ölümünden sonra yazdığı romanı okuyacaksın. Belki de başladın. Belki de bu yazdıklarım da romanın bir parçası. Buna okudukça sen karar ver. Rollerimiz belli sanıyorsan, yanılıyorsun. Sebebini anlatacağım.

Bunları ben yazıyor, sen okuyorsan, bana yazar, sana okur dersek, kimse itiraz etmez, değil mi?

Fakat ben ediyorum. Yazmayı bildiğimden değil ancak okumak konusunda hiç tevazu göstermeye niyetim yok. Bu yüzden, hem de şiddetle rollerimize itiraz ediyorum.

Her okur bir yazardır aslında. Okuduğunu yazan. Yazar dediğin, kapakta bir isim, fazlası değil. Sen okurken, harf harf, kelime kelime, cümle cümle ilerledikçe, aslında, senin gözünden bir kalemle, yeniden yazılır o kitap. Bir kitabın okuyucusu kadar yazarı yoksa, o kitap eksiktir. Bunu bilerek beraber okuyalım, yazalım bu kitabı, bütün yükü şu mevtaya yükleme.

Yazarı ölü diye, okuyacakların arasında son nefesini verdikten sonra başına neler geleceğine dair ipuçları aramaksa niyetin,  hiç gözlerini yorma, vaktini boşa harcama. Okuyacakların yaşamdan dökülecek. Ölümden ya da sonrasından değil.

Ben baştan söyleyeyim.

Peşrevi beğenmediysen önsöz yaz istersen, isteyen giriş, isteyen sunuş yazsın. Ben ilkin, tek başıma olacağımı düşünerek taksim yazmayı düşündüm. Sonra baktım hep beraberiz ben de peşrev dedim. Sen istersen beni, kendinden gayrı cümle okuyucuyu yok sayıp, taksim diyebilirsin.

Yazar sensin.

Duyuyor musun?

Dinle bak. Sesler gelmeye başladı. Şişt!

E           :Hadi artık başlayalım.

Y           :Oho! Başladık haberin yok.

O         :Peşrev, yağlı güreşçilerin ellerini vura vura meydana gelmesi değil miydi?

K          : Kitapta şarkılar olacaksa peşrev güzel de yoksa ne alaka?

U         :Ben anlamadım, ben mi yazacağım yani koca romanı, o zaman ne diye onca para verdim.

S           :Abi, buna buz lazım

R         :Bu kadar laklaka yeter bence, isteyen başlasın, isteyen başladı zaten deyip devam etsin.

Bence, sonuncuyu kim söylediyse, haklı. Hadi, bekletmeyelim bu kitapta can vereceklerimizi. Kimi uzun, kimi kısa dökülsünler sayfalara, hayata.

Arada sıkılır, yorulursak görüşelim,

Ey Okur!

V. Zevki Ülgener

İz/Calvino



Yıllardır Calvino ile ilgili bir yazı yazmak için kitapların, dergilerin altlarını çizdim, notlar aldım. Sadece onun yazdıkları, söyledikleri ile yetinmeyip hakkında yazılanları da aradım, buldum, okudum. Şimdi bu yazıyı yazarken hiç biri yakınımda değil. Evden ve kütüphanemden uzaktayım. Garip bir şekilde bu durumdan çok memnun olduğumu sizden saklamayacağım. Bulduğum her fırsatta hem okur hem yazar olarak en kıymetli yazarlarımdan biri diye andığım Calvino’yu sırtımı alıntılara yaslamadan, yalnızca onunla olan geçmişimin bende bıraktığı izlerle anmak fikri çok daha güzel geliyor. Umarım bu yazıyı okurken siz de bana hak verirsiniz.

Bence her okur sevdiği yazarları, kitapları yakınlarının da okumasını, okumakla yetinmeyip o yazarlarla, kitaplarla kurduğu bağı sevdiklerinin de kurmasını ister. En azından ben böyleyim. Yanımda, yakınımda olan herkes Calvino okusun, onu çok sevsin istiyorum. Fakat bunun kolay olmadığını da biliyorum çünkü Calvino öyle ilk görüşte aşk yaşanacak bir yazar değil. Neden böyle düşündüğümle ilgili de bir sürü sebep sıralayabilirim fakat bu yazının bitebilmesi adına sadece birinden bahsedip ardından diğer anlatmak istediklerimi yazacağım.
Bahsedeceğim sebep Calvino metinlerinin dönemsel olarak birbirinden çok farklı olması olacak. Ömrü boyunca hiç Calvino okumamış birine sırayla Zor Sevdalar ve Bütün Kozmokomik Öyküler’den birer öykü okuttuğumuzu varsayalım. Sizce  o insanı iki öykünün de yazarının aynı olduğuna ikna etmek kolay olur mu? Bana kalırsa biraz zor. Bu yüzden bir okurun Calvino’yu sevebilmesi için öncelikli olarak biraz şanslı olması gerektiğini düşünüyorum. Onun kurgu ya da kurgu dışı eserlerinin arasından kendi okuma alışkanlıklarına, zevklerine yakın bir metinle başlayan şanslı okur için Calvino’yla beraber yepyeni deneyimlere yelken açmak, bağ kurmak kolaylaşıyor.
Calvino’nun yazınındaki bu çeşitliliğin onun doğaya olan yakınlığı, saygısı ve sevgisi ile yakın ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncemi de onun külliyatını bir ekosisteme benzeterek anlatmaya çalışacağım. Sağlıklı ve dengeli bir ekosistemin en temel özelliklerinden biri çeşitliliktir. Basit bir örnekle pekiştirmek gerekirse teknelerin bağlandığı yerlerde gördüğünüz kefal sürülerini düşünün. Ya da vapur iskelesinin altında yüzen denizanalarını. Hiçbirimiz ne kadar çok kefal ya da deniz anası var diye o sularda yüzmeye kalkışmayız. Bilmesek de gördüğümüzden o suyun kirli olduğunu anlarız. Gözlüklerimizi takıp yüzdüğümüz Mazı kıyılarında ise çeşit çeşit balık görme olasılığımız yüksektir. Şimdilik. Belki o kefaller kadar iri olmazlar fakat bir türün çok semirmesinin yarattığı sonuçların bedelini ödediğimiz bir ülkede yaşadığımızı da unutmamak gerek. 
Asıl konumuzdan çok uzaklaşmadan hemen geri dönmek gerekirse Calvino yazınına bütün olarak baktığımızda tıpkı artık giderek azalan temiz, sağlıklı ve korunmuş bir ekosistemdekine eş bir çeşitlilik görebiliriz. Burada kendisinin çokluk olarak ifade ettiği ve Amerika Dersleri kitabında uzun uzun anlattıklarını okumak daha fazlasını isteyen okur için faydalı olacaktır. Yazınındaki çeşitliliğin sadece varlığını değil onu nasıl dengeli bir şekilde var ettiğini de dikkate almak önemli. Bence Calvino bu dengeyi kurmak için özellikle uğraş vermemiş. Yaşamını, var oluşunu şekillendiren uğraşları, arayışları sayesinde son derece doğal bir şekilde yapmış. Tıpkı yazdıkları gibi birbirinden uzak görünen fakat aslında çok yakın olan iki merak onun kalemine sıvanmış. 
Masallar ve bilim. 
Özellikle belirtmekte fayda var bu iki merak öncesinde bir dünya savaşı yaşamış, savaşın ardından da ülkesinde yaşanan iç savaşta cephede aktif rol almış, idamın kıyısından dönmüş bir yazardan bahsediyoruz. Yazmaya da buradan başlıyor zaten. Bir anlamda yaşadıklarından. Fakat bunun yeterli olmayacağının da bilincinde olarak. Çocukluğundan itibaren içinde yaşadığı doğayı da işin içine katarak. Bu sayede Örümceklerin Yuvalandığı Patika okurun zihninde savaşın metalik soğukluğuyla üşütecek bir roman olmaktan çıkıp toprağın esirgemezliğiyle bir masala dönüşebiliyor. Yaşananları kahramanların ya da büyük acılar çeken, bedel ödeyenlerin gözünden değil küçük bir çocuğun gözünden anlatmayı tercih ediyor. Hikâyeyi saklanan bir tabanca üzerinden kurarak ileride giderek daha çok söz vereceği nesneleri işin içine katıyor. Son olarak ve bence en önemlisi bizi bir patikadan ormana kısacası yaşadığımız insan yapısı yerlerden uzaklaştırıp doğaya götürüyor. Savaşın ardından yaşanacak dünyanın, içine kapanılan viran şehirlerden, kasabalardan, köylerden ibaret olmadığını hatırlatıyor.  
Ardından yolculuk başlıyor ve Calvino yazınını bir yandan kendine kattıklarıyla harmanlayarak çeşitlendiriyor. Evcil hayvanları alıp ormana götürüyor, doğadan kopup şehre gelmiş bir adama parkta mantar toplatıyor. Kendi de araştırmaya, öğrenmeye devam ediyor. İtalyan masallarını derlerken kendi yazdıklarıyla bir baronu ağaca tünetip, vikontu ikiye bölüyor ve onları koruyacak şövalyeyi de sadece zırhtan ibaret kılıyor. Farklı lehçelerden, yörelerden, zamanlardan topladığı masalları kendi nesline aktarmakla yetinmeyip geleceğe masallar bırakıyor. Tıpkı geçmişteki masal anlatıcılarının yaptığı gibi dönemin insanlarını gelecekte başlarına gelecekler konusunda uyarıyor. Doğayla insan arasındaki mesafenin açılmasının ne kadar yıkıcı olacağı konusunu özellikle işliyor. Emlak Vurgunu ve Kirli Hava Bulutu öyküleri bugün şahit olduğumuz kıyımları, felaketleri daha iyi anlamak isteyenler için önerebileceğim öyküler. 


Başta da belirttiğim gibi bu yazının bitmesi adına sözü kısa tutmaya çalışmam gerekiyor. Şimdi bu yüzden Kalem Sincabı gibi başka bir dala atlamak zorundayım, affola. Yaşadığımız gezegen hatta evren sadece insandan ibaret ya da sadece insan için yaratılmış değil. Bu gerçek Calvino’nun tüm metinlerinde açıkça görülüyor. İlk okuduğum Calvino metninin hangisi olduğunu hatırlamıyorum fakat onunla aramda ilk bağı kuranın ne olduğunu da hiç unutmuyorum. Bir jeton. Sevgilisinin yaşadığı kente trenle giden bir adamın cebinde yolculuk eden jeton. Öykünün adını da yazmak isterdim fakat arada oyunbozanlık yapıp eve uğradığımda aldığım kitaplar arasında Sen ‘Alo’ Demeden Önce yok maalesef. Bu yüzden arayan bulur diyerek devam edeceğim. Burada Calvino Albümü’nü okuduğumdan beri neden kitaplarının dilimize çevrilmediğini merak ettiğim bir yazardan bahsedeceğim. Francis Ponge. Calvino’nun jetonunu anlamak isteyen okurları bu kitabın sayfalarında Ponge ile ilgili söylediklerini ve orada bulunan sabun çevirisini okumaya yönlendirip devam edelim. Calvino yazınının çeşitliliğinden bahsederken bu çeşitliliği nasıl dengeli bir şekilde kurduğundan bahsetmiştik. Aynı ağaca gövdemizi bir kez daha yaslayacağız. Calvino metinlerinde insan, doğa, nesneler ve hatta boşluklar arasında da kusursuz bir denge kuruyor. Hiçbirinin diğerini bastırmasına izin vermiyor. Çöplerle insanları, bakır kablolarla hükümdarları eşit kılıyor. Ve sonunda işi öyle bir noktaya getiriyor ki Qfwfq adında bir ….. (buraya ne yazacağımı bulamıyorum, özünde bir anlatıcı ya da karakter fakat tam olarak tanımlanabilir değil) hediye ediyor. Biz de bu noktada sincabın doğası gereği yeni bir dala sıçrıyoruz.



Bütün Kozmokomik Öyküler hakkında çok şey yazıldı. Özellikle Ursula K. le Guin’in Sözcüklerdir Bütün Derdim kitabındaki yazıyı kesinlikle okumanızı öneririm. Ben bu noktada haddimi bilerek tamamen kişisel bir deneyimimi paylaşacağım. Calvino’nun bende bıraktığı izlerden belki de en derininden. Dünya sürekli değişiyor ve bu değişim artık eskiye nazaran çok daha kısa zamanlarda gerçekleşiyor. Bu da geleceğe yazmak eylemini giderek zorlaştırıyor. Bence her yazar yazdıklarının tıpkı kendinden öncekiler gibi gelecek nesillerce de okunmasını ister. Yazarken bunun için çaba sarf edip etmemek ise kişisel bir karardır. Yöntemi ise kalemi tutan ele göre değişir. Çünkü -hele yaşadığımız bu çağda- gelecek eğer insanüstü yeteneklerimiz yoksa bilinmezin ta kendisi. Benim kişisel yöntemimi geliştirmem de Calvino’nun çok yardımı var. Ondan öğrendiğim kendi geleceğimi bilmesem de şu anda geçmişte yaşayanların geleceği olduğunu bilmem. İşin içine biraz matematik katarak -Oulipoculara da selam ederek- daha iyi anlatmaya çalışacağım. Üst tarafında bugün, alttaki uçlarında da geçmiş ve gelecek olan bir eşkenar üçgen hayal edin. Bugünde yaşayan benim için iki farklı yol var. İstersem geçmişe, istersem geleceğe yüzümü çevirebilirim. Fakat diğerleri için durum öyle değil çünkü en tepedeki ben geçmiş için gelecek, gelecek için geçmişim. Bence bu durum eğer doğru kullanılırsa büyük bir avantaj. Yazarken geçmişten gelen birikimi kullanmak dışında faydaları var. Bunlardan ilki bugün yazdıklarınızı eğer geçmişte yaşamış hayali okurların da okuyacağını varsayıp, onların da anlayacağı şekilde yazma özgürlüğü. Nasıl ben gelecekle ilgili bilgi sahibi değilsem onlar da bugünü bilmiyorlardı. Bunu dikkate alarak yazmaya çabaladığımda metnimin zamandan bağımsız kalma şansı artıyor. Üstelik bu çabama ışık tutan ve zamandan bağımsız kalabilmiş sayfalarca masal, Kozmokomik Öyküler ve geçmişe bakışını ta evrenin var oluşuna kadar uzatmış bir yazar var. 
İyi ki de!


Vakit daraldı. Yazıyı planladığım zamanda elimden çıkarmak için az zamanım kaldı. Son sıçrayışımızı yapma zamanı. Bir soruyla başlayalım. Yazdığı dili bilmediğimiz bir yazarın sesini nasıl duyarız? Bu konuda en azından Calvino konusunda şanslıyız. Çünkü onun metinlerini farklı bir çok çevirmenden okuyabildik ve unutmamız gereken çok ses ve gürültü her zaman aynı şey değildir. Aynı yazarı farklı farklı çevirmenlerden okuduğunuzda onların ayrışan ve birleşen seslerinden yazarın sesini çok daha net duyma şansımız var. Bu yüzden Calvino okumam için emek veren tüm çevirmenlere teşekkürüm sonsuz. İçlerinden ikisi için bu teşekkürün yeterli kalmayacağını da belirtmem lazım. Biri Calvino’yla beni bir ömür birbirimize bir jetonla bağlayan Şemsa Gezgin, diğeri en sevdiğim Calvino romanını çeviren Eren Yücesoy Cenday. Calvino’nun aynı zamanda çeviri yapması, çeviriye ve çevirmenlere verdiği önemi de anlatmak isterdim fakat bu girizgah bunun için yapılmadı. Calvino’nun pek de söz edilmeyen başka bir yönünden kısaca bahsetmek için bunca sözü ettim. Farkındaysanız Calvino’yu okumak için adını andığım iki çevirmen, yazarla aynı cinsiyetten değil. Öyle olması da gerekmiyor. Çünkü yazarın da çevirmenin de masaya oturduklarında cinsiyetsiz olması önemli. Ömrü boyunca başka başka alanlarda sürekli arayış içide olan Calvino bu noktada da döneminin ilerisinde diye düşünüyorum. Edebiyattaki eril iktidara tam olarak isyan etmemiş belki ancak yazınında, metinlerinde yarattığı karakterlerde ve dilinde bu konuda çağdaşlarından çok daha duyarlı davrandığı ve yol açtığı da çok açık. Bunu daha iyi anlamak için yol arayan okurlara da Ay’ın Kızları öyküsünü ve biraz önce adını yazmayı unuttuğum en sevdiğim Calvino romanı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’yu okumalarını öneririm.
Eğer şanslıysanız ormanda bir sincap gördüğünüzde ona uzun uzun bakamazsınız. Bir görünür bir kaybolur sincaplar. Ürkektirler. Calvino’da öyle bir görünüp bir kayboldu işte. Ardında güzellikler bırakarak. Birkaç kere belirttim, bu yazı bitebilen bir yazı değil. Daha sayfalarca yazılır fakat hep eksik kalır. Bu yüzden de bitiyor. Nihayet Calvino ile ilgili bir yazı yazdım yıllar sonra, tekrar yazar mıyım bilmiyorum. Bildiğim onu ömrüm boyunca tekrar tekrar okuyacağım. Bu da bence ormanda sincap görmek kadar mutluluk verici. 
Teşekkürler Calvino, iyi ki doğdun, yaşadın, yazdın….
 




Bağımlı İsyan

Bağımlı İsyan

            Son günlerde sadece virüsle mücadele etmiyor, bir yandan da yaşadığımız düzene isyan ediyoruz. Salgının tüm karamsarlığına, yıkıcılığına, can yakıcılığına rağmen hiç azımsanmayacak kadar fazla sayıda insanın içinde bir umut filizleniyor.

            Farklı farklı kelimelere aynı soru dillendiriliyor :

            Acaba kapitalizmin sonu mu geliyor?

            Umut isyanla başlar ya da isyanı başlatır. Bu nedenle de her türlü güce, sermayeye, iktidara karşı sesler yükseliyor. Bir yandan da herkes gücü yettiğince, elinden geldiğince bir araya gelmeye, gelebilenler bir arada kalmaya çalışıyor. Söylemler benzer. Bize saldıran sadece virüs değil onunla beraber iktidarlar.

            Buraya kadar her şey çok da olması gerektiği gibi görünüyor ancak unutulan bence çok önemli bir nokta var.

İsyanın, umudun yeşerdiği tarlalar onun yetişkin bir ağaç olmasına ve orada yaşayabilmesine uygun mu?

Bu günlerde yeterince şanslı olanlarımız evde, olamayanlar da evde kalma isteğindeler. İsyanın sokaklara, meydanlara inmesi hem bireylerin hem de toplulukların kendi kendini imha etmesi anlamına geliyor. Bu nedenle sesimiz sadece sosyal paylaşım sitelerinde, özellikle de Twitter’da yükselebiliyor. Ağırlıklı olarak oradan bilgileniyor, bilgilendiriyor, haberleşiyoruz. Ve oradan isyan ediyoruz.

Kimi bunu telefonundan, kimi tabletinden, kimi bilgisayarından; farklı farklı şirketlerin sunduğu internet erişim paketlerini kullanarak gerçekleştiriyor. Bu da akıllara başka bir soruyu getiriyor :

Kapitalizm denen canavarı kaç küçük mavi kuş yenebilir?

Yenebilir mi?

Bana göre insanlığın en büyük düşmanlarından biri konfor. Bunu açmak için önce konfor kelimesinin sözlük anlamına bakalım.

‘Hayatı kolay yaşanır duruma getiren maddi rahatlık.’1 (Kubbealtı Lugatı, Misalli Büyük Sözlük, İlhan Ayverdi)

İşte günümüz insanının farkında bile olmadan ellerini kelepçelere uzatmasının sırrı.

Bu belayla bir kez daha gördük ki dünya artık küçücük. Herkes artık her yere gidebiliyor, eskiden varlığından bihaber olduğu çeşit çeşit yiyecek, içecek onun için vazgeçilmez bir hale gelebiliyor, her türlü teknolojiye çıkar çıkmaz sahip olabiliyor, en ünlü tasarımcıların koleksiyonlarından haberdar olabiliyor ve bütün bunları da elindeki telefondan satın alabiliyor. Böylelikle hayatı kolaylaşıyor! Bunun için yapması gereken tek bir şey var. O da para kazanmak.  O parayı kazanmak için de bir anda kendini aslında karşı geldiği çarkların üzerinde bir diş olarak buluyor. Giderek yıpranmaya başladığında ya da gitgide sistem içerisindeki adaletsizliği, zalimliği fark ettiğinde ise artık ruhunun sesini bastıramayacak hale geliyor. İşte burada en görünür olan sistem, yani kapitalizm tüm kötülüğüne rağmen onun bu çağrısına kulak veriyor ve isyan etmesi için de ona olanak sağlıyor. Ancak, yukarıda da belirttiğim üzere bunun da bir bedeli var.

Aygıtını al, internet servisinin faturasını öde, fişlen. Tüm bunları yaptıysan artık isyan edebilirsin.

Alın size bağımlı isyan. Konforlu, kolay ve herkes için ulaşılabilir. Daha ne isteriz!

Sahi, ne istiyoruz?

Kendimiz için, başkaları için, gezegenimiz için.

Bence gitgide ne istediğini bilmeyen insanlara evrilmekteyiz. Çok kısa bir süre önce özgürlük çığlıkları atarken, şimdi insanların dışarı çıkmaması, gerekirse bunun yasaklanması talebimiz var. İkisi de son derece sağlam dayanakları olan istekler; buna itiraz etmek güç. İki örnekle anlatmak istediğim başka bir konu aslında. İsteklerimiz, isteklerimizden doğan isyanlarımız gündeme göre değişirken ve bunlarla bir yanıp bir sönerken çoğumuz hepsini içerecek bir temel istek oluşturamıyoruz. Bu da bizi bir ağaç olup dimdik ayakta durmaktansa çıra gibi parlayıp hızlıca sönen bir tahta parçasına dönüştürüyor. Ortak tepki verebiliyor ancak ortak bir bilinç oluşturamıyoruz. Çünkü bilinç oluşumunun temel olarak ihtiyaç duyulan ögesi bilgiden, maalesef yoksunuz.

Bilgiye erişimin artık çok hızlı ve kolay olduğu koca bir yalan. Tıpkı şu günlerde oldukça sık duyduğumuz koruyucu maskeler gibi bizi kirli bilgiden sakınacak; tarafsız, akla ve bilimsel gerçeklere tutunan, yalansız bilgileri ise içselleştirmemizi sağlayacak bir maskemiz yok.

Bilgiyi bir hammadde gibi düşünecek olursak, onu işleyip düşünceye ve eyleme dönüştürmenin emek istediğini çokça unutuyor olabilir miyiz?

Ortak bilincin gücünü Gezi’de deneyimlemiş hatta yaşanan tüm acılarına rağmen tadına varmış insanlar olarak orada sadece araç olarak kullandığımız bir platformun bu günlerde araçtan amaca evrilmemesine dikkat etmek gerekebilir. Dayanışmanın, bir arada olmanın çok daha önemli olduğu günler kapıda. Herkesin kafası karmakarışık. Olayın nerelere gideceği, ne kadar süreceği muamma. Hem isyan etmek hem işbirliği yapmak, hem talep etmek hem de talep ettiklerimize ulaşamazsak ne yapmamız gerektiğini düşünmemiz gereken zamanlardayız. Ben yazının başlığını isyan diye yazdım ancak görünen o ki her konuda biraz bağımlıyız. Son soru belki de hep beraber en çok üzerinde düşünmemiz gereken ve ihtiyacımız olan şey olabilir.

Herkes, özellikle de iktidar bizimle işbirliği yapmaz, mavi kuş ve benzeri sunucularını tamamen kapatırsa bugün ya da başka bir musibette, ne yapacağımızı hiç düşündük mü?      

Buzdan Top - Silinenler 2 / Tesadüf Büfe

‘10 Nisan Dün gece İsa-Mesih’i göreceğimi ümit ediyordum rüyamda. Onun yerine Erkan’ı gördüm…’ Ercan kulağındaki müziğin de payıyla, öyle yü...